26 Temmuz 2013 Cuma

İĞNEADA’YA GİDERKEN KOYBOLMAK

Sabah saat 9’da yola çıktık istikametimiz bugüne kadar görmediğimiz İğneada idi. İsminde ada kelimesi olsa da kendisi bir ada değil; Trakya’nın Karadeniz kıyısında Türkiye’nin en batı ucunda Bulgaristan’ın hemen yanı başında yer alıyor. Bu yolculuğun macera kısmı ise yolunda: İstanbul-Saray-Vize-Poyralı-Demirköy-İğneada. İnternetten yol tariflerine baktım güzergah böyle belirtilmişti.


 Yolda bol bol ineklerle karşılaşmak mümkün, o yüzden dikkatli gitmeli,
arabaları takmıyorlar.  Bulgaristan sınırında Beğendik Köyü'nün inekleri
Biz de Mahmutbey gişelerini yolculuğumuzun başlangıcı kabul ederek öğle saatlerinde İğneada’ya varacağımızı hesap etmiştik. Otoban’da Edirne istikametine ilerlerken Saray kavşağından giriş yaptık. Başlangıçta herşey iyidi, ancak cep telefonunda Google maps’e çizdirdiğimiz harita bizi bambaşka bir istikamete saptırdı. Önce köy yollarına girdik, buradan çıkmayı başardık bu sefer de orman yoluna düştük. Yol toprak ve taşlıydı. Bir köylüye yolu sorduğumuz da bu yolun daha çok off-road araçlarının kullandığını ve ilerde bir dereden geçmek zorunda kalacağımızı söyledi. Kendisinden yeniden yol tarifi alıp geri döndük Demirköy’e başka bir yoldan ulaştık. Trafik levhalarının doğru yerleştirilmesinin çok önemli olduğunu araba yolculuklarında sık sık test ediyoruz. Bizi yönlendiren levha bulmakta zorlandık bulduklarımız da yeterli değildi. 
Demirköy-Yenice arasında yol üstünde manyetik alan olarak adlandırılan bir yer var.  Burada arabanın vitesi boşa alınıyor ve yukarı eğimli yolda araç kendi kendine gidebiliyor.
Biz de deneyimledik, gerçekten de oluyor.
Demirköy’e vardığımızda Dupnisa mağarası tabelasını gördük. Yol üzerinde tarihi değeri olan yerlere yönelik kahverengi tabelalar bulunuyor. Bunlarda da önemli bir sorun var. Bu levhalar sadece yer ismini belirtiyor hedefe kaç km olduğu yazılı değil. Saptığınız yol km’lerce sürebilir. Tıpkı Dupnisa’da olduğu gibi. Baktık yol git git bitmiyor ortalıkta levha da yok. Geri döndük. Dönüşte levhaya tekrar baktık, bizim gibi sorun yaşayan biri sevabına el yazısıyla 25 km yazmış.
Molalar, yol bulma ve yol çalışmaları derken İğneada’ya akşama doğru vardık. Yolculuğun tahallüm sınırlarımızı zorlaması ve karşımızda çok güzel bir kasaba görememek bizi biraz üzdü.
Neyse şanşımız varmış ki rezervasyon yaptırmadan deniz kenarındaki bir apart otelde yer bulduk. Öncelikli amaçlarımızdan biri denize girmek olduğu için fırsatı kaçırmadan kendimizi sahile attık. Hava rüzgarlı deniz de Karadeniz olunca bizi dalgalar karşıladı. Deniz hemen derinleşiyordu, zemin kum olduğu için deniz bulanıktı, ancak suyun sıcaklığı çok iyiydi.
Kısa bir yüzmenin ardından dinlenip hava kararmadan İğneada’yı keşfe çıktık. İlk olarak limana gittik. Burası çok bakımsızdı limanın üstündeki yolu takip ederek yönümüzü Fener’e çevirdik. Yol üstünde liman ve deniz manzaralı restoranlar ve yazlık siteler bulunuyor.
Limanköy’e varınca ilk olarak Fransızların 1866 yılında inşaa ettiği Fener’e gittik. Fransızların yaptığını öğrenince Şile’dekine benzeyeceğini sandım ama alakası yoktu. Fener’in hemen altında Türkiye’nin her köşesinde olduğu gibi yarım kalmış yatırımlardan bir örnek de mevcut. Limanköyü güzel bir köy, içinde şirin bir butik otel de gördük. Ancak biz gittiğimizde kapalıydı.
Sonra geri dönüp İğneada merkeze ulaştık. Burası çay bahçeleri, meydanı ve dükkanları ile küçük bir yazlık kasaba havasına sahip.
Akşam yemeğini meydandaki Kardeşler Lokantası’nda yedik. Sonra sahildeki çay bahçelerinden birinde oturup yaz akşamında rüzgarlı ve serin havanın keyfini çıkardık.
Kasaba meydanındaki dondurmacıdan da rengarenk dondurma yemeyi ihmal etmedik. İğneada’da bulunduğumuz iki gün boyunca rüzgar hiç kesilmedi, akşamları da serindi. Akşam çıkarken üşümemek için yanımızda bir şeyler bulundurduk.
Ertesi gün sabah erkenden kalktık, gelmeden okuduğum “burada deniz saat 11’e kadar çarşaf gibidir” cümlesini hatırlayıp sahile indik. Hiç de öyle değildi, dünkü gibi dalgalıydı, bunun üzerine limana yakın ve eskiden dinlenme tesisi olan plaja gittik. Burada deniz dalgasız ve sığdı. Buradan denize girebiliriz sevincimiz yarım kaldı. Plajı çok kötüydü, üstelik denizde de bol bol denizanası vardı. İçimiz rahat etmedi, dün akşam girdiğimiz yere tekrar döndük. Neyse ki burası dalgalı olmasına karşın güzeldi, istediğim kadar yüzebildim, ancak deniz tehlikeli, dikkatli olmak gerek. Nitekim, biz dönerden sahile balık adamlar ve ambulans gelmişti.
Sınır köyü Beğendik’i görmeden dönmeyelim dedik. Beğendik, küçük şirin bir köy, sahile ulaştığımızda gözlemeciler ve tenekede tavuk satan köylüler vardı. Biz gözleme yedik, tenekede tavuk da bu yörenin bir yemeğiymiş. Sebzeli ve sulu bir tavuk yemeği.
Beğendik Köyü sahilinde güzel bir ev
İğneada merkezde yer alan bir fırından mart dokuzu kurabiyesi (bir çeşit kuru üzümlü kurabiye) ve birkaç çeşit ekmek aldık. Ekmekler çok lezzetliydi, özellikle sarı ekmek diye geçen durum buğdayından yapılan ekmekte aklımız kaldı.
Dönüş yolunu iyice öğrendiğimiz için İğneada-İstanbul seyahati oldukça güzel geçti. İstanbul il sınırlarına girdiğimizde 2 saattir yoldaydık. Eve varmamız 4 saati buldu. İstanbul’a girişteki yoğun trafiği çıkarırsak İğneada-İstanbul arası 3 saatten de az olabilir.
 
Gelirken değil ama dönüşte buraya bir kez daha gelmeyi düşündük Longoz ormanlarını, göllerini keşfetmeyi istiyoruz. Rüzgarın olmadığı denizin sakinleştiği bir dönemi tercih edeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...